Yazarlar

MİLLETİMİZİ TEHDİT EDEN EN BÜYÜK TEHLİKE AHLÂKSIZLIK

MİLLETİMİZİ TEHDİT EDEN EN BÜYÜK TEHLİKE
AHLÂKSIZLIK

Hüseyin ADIGÜZEL

Millet olarak çok çeşitli sorunlarla boğuştuğumuz bir gerçek… Sağlık, eğitim, ekonomi, değişen yaşam şartları, sanal âlem ve en önemlisi “BEKA SORUNU “ yani, milletimizin tehdit altında olması, varlığımızı sürdürebilme meselesi gibi…
Şanlı ordumuz, sınırlarımız boyunca, bu tehdidin bilinen kısmını sıfırlamak için milletimizin düşmanları ile mücadele ediyor.- Rabbim zafer ihsan etsin!- Fakat, en az, ordumuzun mücadele ettiği sorun kadar tahripkâr ve tehdit unsuru olan ikinci bir sorun var ki, her gün, dinî ve kültürel değerlerimizi, vicdanlarımızı, birlik ve beraberliğimizi, adalet, yaşama ve yaşatma duygularımızı tahrip ederek rendeleyip duruyor.
Hemen her gün, gazeteler ve televizyonların haberleri arasında rastlar olduğumuz ve bizleri şaşkına çeviren, hayrete düşüren, Türk Milleti’nin kültür ve ahlâk anlayışında hiç yeri olmayan, ahlâksızlık olarak niteleyebileceğimiz olaylar, artarak sürüyor. Bunlar, seksen milyon insan arasında olabilecek kötülerin yaptığı olaylar olarak yorumlanmamalıdır. Çünkü, tek – tük değildir ve hızla bünyeyi sarmaktadır. Bunların geometrik dizi halinde artması, bizi; milletleri hiç ummadıkları zamanlarda yakalayan ve ahlâk buhranına sürükleyen, önemsenmeyen, önemi kavranılmayan olaylar içinde yaşamaya başladığımızı, düşünmeye sevk etmektedir. En basitinden, yalan, riya, aldatma artık neredeyse ahlâki bir kavram olmuş durumda; hırsızlık, suiistimal, adam kayırma, rüşvet gibi ahlâkî boyutları yüksek olaylara, dini bir kılıf uyduruluyor, “Cuma namazlarını İslam Devlet Başkanı’nın (Halife) kıldırmadığı bir ülke, Müslüman ülkesi olmadığı için, hırsızlık, soygun, rüşvet helâldir “ demeğe getiriliyor. Hatta, siyasiler ya da ahkâm kesen bazı din ukalaları bu olanları, toplumu ne derecede rencide ettiğine bakmaksızın adeta teşvik ediyorlar. Hâlbuki bu tür olaylar, bütün toplumlarda, bütün dinlerde (İslâmiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budistlik gibi) toplumun çok büyük bir kesimine zarar verdiğinden dolayı, ahlâksızlık ve zararlı faaliyetler olarak nitelendirilir. Ancak, değerlerini yitiren, kutsal hiçbir şeyi kalmayan, adalet inancını kaybeden toplumların fertleri, yararlarına olan – ahlâksız dahi olsa – tüm olayları ahlâki değerlerine, dini anlayışlarına uydururlar. Ve yapmaya devam ederek yaygınlaştırırlar. Toplumun bütün katmanlarına indirilmesi için adeta gayret sarf ederler. Toplum, olanları görüp yaşadıkça, kutsal bildiği bazı değerlerinden dahi şüphe etmeye başlar ve bir buhrana sürüklenir. “Ben Duygusu”, “Benim Duygusu” üstünlük kazanır. Toplumda, hoşgörü, saygı, sevgi, güven duyguları yerini, haksızlığa, adaletsizliğe, hukuksuzluğa, saygısızlığa, sevgi yoksunluğuna, güven eksikliğine terk eder. Ve toplum, içten içe sarsılır, benliğini kaybeder, yıkıma ve yok olmaya doğru yol alarak bir gün ansızın yıkılıp gider.
Milletimizin beka sorunu üzerinde konuşurken ikinci sorun olarak sözünü ettiğimiz sorun, budur. Bu düşman açık saldırmaz, yerin altında kâh “din” kâh “insan hakları”, kâh “demokrasi” yaftalarına bürünerek toplumu uyutur ve sorun büyür. Eğer dikkat edersek, yalancılığın, riyakârlığın, sahtekârlığın, yalakalığın, dolandırıcılığın, devleti soymanın, ihalelere fesat karıştırmanın, haksız kazanç elde etmeye çalışmanın temelinin, insanın insanı sömürmesinden başka bir şey olmadığını ve büyük ahlâksızlık olduğunu kolaylıkla görebiliriz.
Çevrenize şöyle bir bakın: beş kuruşluk çıkarı için beş takla atanların, yalancıların, riyakârların geometrik dizi halinde çoğaldığını hemen fark edersiniz. Pazarlarda sizi aldatmayan satıcı var mı? Çevrenizde, güven duyabileceğiniz kaç dostunuz var? Ya görmedikleriniz, duymadıklarınız ne kadardır acaba?
Siyasi ahlâk yok, bilim ahlâkı ara ki bulasın, ticaret ahlâkı buhar olup uçmuş, aile ahlâkı iz bile bırakmadan kaybolmuş, sosyal yaşam ahlâkı her halde bize epeydir hiç uğramamış, velhasıl iler tutar bir yerimiz kalmamış da, haberimiz yok!…
Kadına şiddet, kadını insan yerine koymamak, onu bir meta (mal) gibi görmek, çocuk istismarı yapmak, yol kesmek, toplu yaşamda insanları rahatsız etmek, haksızlık yapmak, alanları ne olursa olsun (politikacı, bürokrat, hekim, avukat, savcı, hâkim, bilim adamı, iş adamı, tezgâhtar, öğretmen, imam, hoca gibi) insanları aldatmaya çalışmak da ahlâksızlıktır!
Bugünkü Türkiye’nin içinde yaşadığı ve günden güne yaygınlaşmaya, bünyeyi sarmaya başlayan olaylara baktığımız zaman, yukarıda açıkladığımız “toplumun buhrana sürüklenmesi” durumu ile karşı karşıya olduğunu ve hiçbir tedbir alınmadığını gördükçe, yıkımın yakın olduğunu düşünüyoruz. Çocuk istismarından, kadın istismarına, kadına şiddetten herkese şiddete, rüşvetten hırsızlığa geçildiğini; yalan, riya ve yalakalığın zirve yaptığını, aldatmanın marifet haline geldiği bir toplum yapısına hızla kaydığımızı gözlemliyoruz. O hale geldik ki, aldatılmayan, dolandırılmayan, elinden malı mülkü alınmayan, öyle ya da böyle şiddete maruz kalmayan neredeyse hiçbir fert kalmadı. Bu durum, genel olarak ahlaksızlığın toplumun bünyesini sardığını ve tehlikenin çok büyük olduğunu açık olarak göstermektedir.
Bu tür olayların önlenememesinin sebebi olarak şikâyetlerin çokluğundan, mahkemelerin geç sonuçlanmasından, cezaların yetersiz olduğundan doğal olarak söz edilebilir. Fakat yetkililerin de mesele ile yeteri kadar ilgilenmedikleri bir gerçek… Şikâyet olmayabilir, bu tür olaylar için Kamu Vicdanını rahatsız ettiği için kamu davası açılabilir. Böyle bir dava açanı gördünüz mü?
Esas olan sivrisineği yok etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Yani, tek tek suçlu yakalamaktan daha kolay olanı, insanlara sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, paylaşmayı, insan olarak haklarını, haklarının nerede başlayıp nerede bittiğini, iyi ahlâklı olmayı öğretmektir. Bunun için yaygın eğitim yapılması gerekmektedir ki, bu da devlet kurumlarının görevidir. Neden yapılmaz acaba?
Bundan bin yıl, iki bin yıl önce Türk Toplumu, bugün yaşayan toplumdan farklıydı. “Bugünkü Türkler, eskiden yaşayan Türklere hiç benzemiyorlar” şeklindeki görüş, Türk tarihi, mitolojisi, sosyolojisi ile uğraşan bilim adamları tarafından sık tekrar edilen bir görüştür. Demek ki, yukarıda saymakla bitiremediğimiz ahlâksızlıklar, Türk toplum yapısına sonradan girmiş, zaman içinde yaygınlaşmış ve üzülerek söylemeliyiz ki, bazıları kurumsal kimlik kazanmıştır. Peki, bu ahlâkî yozlaşma ne zaman başlamıştır? Sosyologlar, toplum katmanlarında değişimin en hızlı ve yıkıcı olduğu dönemin “medeniyet” değiştirme sırasında yaşandığını söylerler. Biz millet olarak bu durumu iki defa yaşadık ve ikisinde de büyük bir hata yaptık: birincisi; “Türklük Medeniyet dairesinden çıkıp İslâm Medeniyet dairesi” ne girdiğimiz dönemdir. Burada dinimizi değiştirdik, Gök Tanrı dini anlayışından İslâm dini anlayışına geçtik. Bu doğal bir olguydu. Burada doğal olmayan, yani hata yaptığımız husus; medeniyet değiştirmeyi maalesef Kültür değiştirme zannetmemizdir. İslâm anlayışı zannederek Fars’ın, Arab’ın kültürünü benimsedik. Önce dilimiz, sonra hayata bakış ve algılayış tarzımız, daha sonra örf, adet ve geleneklerimiz değişti. Bunları yaparken iyi Müslüman olduğumuzu zannettik. Milli kültürümüz aşındı, giyim kuşam şeklimiz değişti, milli kimliğimiz yok olma derekesine düşürüldü. Farslaştık, Araplaştık, Farsça ve Arapçayı, kendi kültürümüzden, dilimizden, tarihimizden üstün tuttuk. Bir Türk imparatorluğu olan Selçuklu İmparatorluğu döneminde devlet dilimiz Farsça, bilim dilimiz Arapça oldu. Bu yüzden atalarımızın mirası olan eserleri okuyamıyor ve anlayamıyoruz. Bu yüzden Karamanoğlu Mehmet Bey “Bundan böyle, sarayda, bergâh ve dergâhda, çarşıda pazarda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır!” diye haykırdı.
İkincisini; 1839 Tanzimat fermanından sonra “İslâm Medeniyet Dairesi” nden “Batı Medeniyet Dairesi” ne geçmeye çalışırken yaşadık. Birincisinde yaptığımız hatayı tekrarladık. Medeniyet dairesi değiştirmeyi, kültür değişikliği sandık. Batı’nın bilim, fen ve teknolojisini almak gerekirken dilini (ki hala yaygın şekilde sürdürülüyor), hayata bakış ve uygulayış tarzını, örf adet ve geleneklerini almaya ve uygulamaya çalıştık. Batılıların kültürünü taklit ettik. İngilizce’yi, Fransızca’yı, Almanca’yı eğitim dili olarak kullanan okullar açılmasına izin verdik, hatta kendimiz de açtık. Bu durum bugün de aynı şekilde sürmektedir. Yani, yabancı dil öğrenme ile eğitim dilini değiştirmenin aynı şey olduğu yanlışını da yaptık. Dolayısıyla, bizi biz yapan değerlerimiz yozlaştırıldı, yerini Batı’dan taklit ettiğimiz değerler aldı. Bu yüzden Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur!” diye haykırmak zorunda kaldı. Bu yüzden Hüseyin Rahmi Gürpınar, hemen bütün eserlerinde milli kimlik değiştirenleri alaya aldı, acı bir dille eleştirdi.
Ancak, büyük bir “Kurtuluş Savaşı” vererek dahi başkomutan ve dahi Devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk döneminde bu durumdan kurtulabildik. Devlet mekanizması, durumun farkına vardı ve devletin bekasının “milli kimlik” ile sağlanabileceğini anladı. Milli Kimlik, devletin “Milli ideolojisi” haline getirildi. İnsanlarımız ana merkezin “Türklük Şuuru” olduğunu fark ettiler. 15 yıl süren bu dönemin ardından her yönden gelen baskılarla, durum Tanzimat sonrası günlere çevrildi. Bugün yine, kültür değiştirmenin, medeniyet olduğunu iddia edenler, propaganda yapanlar çoğaldı. “Batılı olmak demek adam olmak demektir” diyenler bile ortaya çıktı. Gelişen ve yaygınlaşan iletişim araçları propagandanın en etkili araçları oldu.
Şu anda, ahlâken iflas etmiş durumda hızla suyun dibine doğru iniyoruz. Ayaklarımız suyun dibine değmeden boğulmazsak ayaklarımızı yere vurarak yeniden suyun yüzüne çıkabileceğimizi düşünüyorum. Kendimize gelmek zorundayız. Dayatılmak istenen Arapçı ve Batıcı propagandanın ne kadar zararlı olduğunu fark etmeliyiz. Emin olun, ülkenin her yanına yayılan ahlâksızlığın temeli, kültürel baskıdır, kültür emperyalizmidir. Geçen sayımızda, ABD’li Rockfeller ve Rothciller’in ülkemiz hakkındaki görüşlerini yazmıştık. Lütfen onları bir daha okuyun ve bu sayıda yazdıklarımızla karşılaştırın. Göreceksiniz ki, ülkemizde uyguladıkları hemen her şey, Milli Kültürümüzü tahrip etmeye yöneliktir. Onlar yaptıkları işin farkındadırlar, bizim de yapılanları fark etme zamanımız gelmedi mi? Ne dersiniz?

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu