Kültür&Sanat

Genç yazın

BALKONDAKİ KADIN…

KEREM ÇİÇEK (Mersin Üniversitesi Kadın Araştırmaları Yüksek Lisans)

Sandalyemi çekip oturduğum pencerenin yanındaki balkondaydılar. Kahvemden ilk yudumu aldığımda işittim söylediklerini. Üç kişiydiler, bir şeyler anlatıyorlardı balkon sahibine.

Kadınsa onlar konuşmadan satmıştı duyduğu haberlerin kendisindeki etkisini.

Bugünkü durumu düşünerek değişen hiçbir şey olmadığını anladım. Yine zengin olan zenginmiş, fakir olansa daha fakir. Çok güzel binalar yapmışlar, sizden güzel olmasınlar. Anlık başka bir şehre gidip geri dönüyorlarmış hemen, ne mutlu onlara… Hasta olmuyorlarmış, ne güzel acıdan hiç yok haberleri. Ne değişmiş ki şekilden başka. Neyi bulmuşlar ki laboratuvar dışında gelişebilen.

Acıklı ve güzel bir rüya gibiydi söyledikleri. Kulak kesilip dinlemeye başladım balkondakinin söylemlerini…

Ben hayatı içine çekebileceğin hava olarak görmüyorum. Mesela sığmaz benim hayatım eve falan. Mecbur kaldıkça belki sığınırım dört duvar arasına da gerisi güneşin altında yürümek için bir hasret. Bugünlerde ise kimse görmüyor güneşi, apartman boşluklarından bir pencere yetmiyor solumayı yeni gelen mevsimi. Başka biri pencereyi açsa, ilki kapatıyor kendi suratına, almamak için nefesini bir başkasının.

Oysa nefesimiz leş koksa da korkmazdık gülmekten…

SARISINDAN TURUNCUSUNA

Deniz kokusu bile bir başka bugün, sırf hapsedildi diye dışarıya. Bir balkondan izlemeyi hayal ettiğim deniz manzarasına koşmak geliyor da içimden, birkaç kamuflajın yaka üstüne bakıyor sahilde yok oluşum. Sahilde ise göze bulaşan birkaç renk var.

Sarısından, turuncusuna, yeşiline, renklerin kokusuna…

Bazen güzel bir ilkbaharda hatırlıyorum kendimi, evde kaldıkça. Ağaçların gövdesinde sıralanıp hızla giden karıncaların yoluna engeller koyup aşmasını sağlamaya çalıştığım hatıralar. Her koyduğum engel biraz daha geç kalmalarını sağlıyordu yapraklara. Oysaki nasıl da hızla ilerliyorlardı yetişmek yaprağın tadına. Kendilerini süsleyip o tatla, evlerini şenlendirmeye.

O koyduğum engeller bana konulmuş gibi bugün.

Çıkıp dışarı işimi yapmanın küfredilesi yorgunluğu ve telaşı içinde eve yetişmenin anlamını kaybetmiş gibiyim bugün. Günün bana yetmemesine sıkıldığım günler bir rüya gibi. Hani dostlarımıza bile ayıramadığımız o yoğun saatler yine dostlarımız olmadan çürüyüp gidiyor bugünlerde.

Zaman, yalnızlığı kutsallaştırmak için getirdi bizi bugünlere…

Oysaki kutsal olduğunu biliyorduk yalnızlığın. Üretim fabrikasının o olduğunu biliyorduk da malzemeyi sokaktan taşıyorduk; sokaktaki gülüşlerden, yürüyüşlerden, boş boş gezdiğimiz gecelerden, masada dönen tartışmalardan, bizi sevmeyenlerden, hakkımızda konuşulanlardan gözlerimizin kulağımıza haykırdığı düşüncelerden…

ÇIKMAZDI MAĞARADAN

Yalnızlık, zorla dayatılan bir varoluş değil ki zaman görev edinsin kendine bunu…

Şimdi siz gelecekten gelip anlatıp her şeyi, boşuna akıl veriyorsunuz bana. Yok, gelecek şöyle güzel, böyle güzel diyorsunuz. İnsanlık şöyle ilerledi, böyle ilerledi diyorsunuz. İnsanlık eve tıkılarak gelişebilseydi hiç çıkmazdı mağaralarından. Dışarıda ışıldayan hareketi katmazdı bünyesine. Evet, biliyorum biz de bir gün çıkacağız uğruna ömrümüzü harcayıp satın aldığımız evlerimizden. Kim bir daha alacak bizi evimize aynı gülüşle. Hangi eşyamız sıkılmadığını göstermek için rol yapacak. Hiçbiri.

Gelecekten gelip söyledikleriniz sizin yaşadıklarınız.

Herkes kendi mevsiminde tadar, hayatın güzelliğini. Şimdi lütfen bırakın beni kendi mevsimimde tek duymak istediğim hatıralarımdan kalan birkaç tartışma, sokakta söylediğim cırtlak ve hoş şarkılar…

Tüm konuşma birden bu şekilde kesildi. Dayadım kulağımı pencereden dışarı doğru, daha da duymak için birkaç kelimeyi, ses gelmedi. Kahvem de bitmişti. Bıraktım bardağı, açtım evin dış kapısını, çaldım kadının zilini. Kimse açmadı. Bir daha, bir daha çaldım. Açılan başka bir kapının sesi oldu.

Dönüp baktığımda açılan kapıya; o evde, o balkonda kimsenin oturmadığını fark ettim.

SANKİ

 Zeki Demirpolat (DuIsburg-Essen Üniversitesi)

öyle bir şey düşün ki

oradasın..

ama aslında orada değilsin sanki

oradaymışsın gibi geliyor sana

sanki şu ışık gerçekten gözünü alıyor.

bakıyorsun etrafına, insanlar gelip geçiyor

düşünüyorsun..

“neredeyim” diyorsun kendince

bedenin burada evet.

peki ya o kendini arayan benliğim

o beni nerede arıyor? 

KADIN OLMAK

DİLAN BARDAKÇI (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi)

Zor iş arkadaş,

Bu memlekette adım atmak.

Gökyüzünde seyirlik vakti

Bir dem soluklanmak, denize karşı.

Meşakkatlidir epey; yorar, sıkar usandırır.

Daha mühimi kadın olmak.

Çok zor arkadaş, çok güç.

Kimi gelir kahkahana sorar hesabı

Biri gelir etek boyuna çeker,

Hiç bilmediği namusunu.

Ama illa gelir birileri.

Laf etmeye öte beri.

SEN! ICARUS!

NİSÂ SEVSAY Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü&Edebiyatı)

hor görüyorsun kendini

lakin unutuyorsun Icarus’un düşmeden önce

uçtuğu hakîkatini

yalnız Antik Yunan değil, Doğu da farkında senin

gösterebilsem keşke karanlıktayken sen

varlığının kuytu ışığını

hayallerin ve sen, avcunun içinde bir kozmos

lakin gerçekleştiremediğin bir hayalin olur ise bir gün, bir hayatta

hayal etmediğindendir Icarus!

***

IŞİD tarafından katledilen binlerce Yezidi/binlerce insan anısına

cetvelle çizilen bir Sykes–Picot yapbozu

daha güçlü değil Alan’ı kıyıya atan dalgalardan

öldürüldüler lâkin ölmediler

Sinjar Dağları’nda

yalnız bir tek soru

kıvrılıp dolaşıyor hepimizin arasında

olur muydu derdim aynı

doğsaydım yalnız 800 kilometre uzakta?

BİZ Kİ…

TÜRKAN ŞİŞOĞLU (Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü)

Adımızı bin parçaya böldüler. Anne olduk, kadın, bayan, kız, abla, kardeş. Sonra dillerinin vardıkları her şeyi söylemeye cesaret ettiler. Biz ise sadece soluksuz lacivert bir gecede sıfatlardan arınıp insanca yaşamak istedik. Saçlarımızı rüzgârda savurmak için bedel ödedik ve aynı akşamdır ki inancımız uğruna yargılandık. 13’lük kızlarımızı beybabalardan kurtarmaya çalıştık, bir otobüs terminalinde babanın, abinin kan elinden kaçtık. Kentimizden, mahallemizden ve annelerimizin sevgisinden sürgün edildik. Kimimiz o akşam 15’inde anne oldu ve yine aynı o akşamdır ki ölü çocuk doğurunca “evlatsız” ilan edildik.

İsimsizler ordusu

Boşanınca kapı önü dedikodularıyla bizi dul ilan ettiler. Elâlem dediğimiz isimsizler ordusu sadece bizim hakkımızda konuştu. Metroda tek başımıza kalmaktan, bir dönüş yolu otobüsünde tecavüze uğramaktan, sokakta yalnız olmaktan korktuk, korkutulduk. İzmir’de, Diyarbakır’da, Trabzon’da, Edinburgh’da, Kaliforniya’da yakılıp küllerimiz nehre döküldü. Ormanda, su kuyusunun dibinde bulundu bedenimiz ve çocuğumuzun gözü önünde boğazımız kesildi. O akşam tecavüze uğrayıp yakıldık, “hayır” diye bağırdık. Adını bilmediğimiz adamların bazen de en yakınımızın gölgesi bedenimizde uzadı. Konuşmamız, gülmemiz ayıplandı.

Ve o akşamdır ki sünnet edildik Doğu Afrika’nın bir köyünde. Moritanya’da zengin olduğumuz için değil zengin görünmemiz için fazla yemek yedirilmeye çalışıldık, Kamerun’da memelerimiz ütülendi, regl döneminde içimizde şeytan olduğunu düşündükleri için Nepal’de kör bir kulübeye kapatıldık, bastırıldık. O akşam Guatemala’da cadı ilan edilip yakıldık.

Ama biz sizi baba, abi yapan, karnında, sırtında bebekle tarlada çalışan, biz yediğiniz yemekteki emek, hastanedeki doktor, hemşire. Çocuklarınızı emanet ettiğiniz öğretmen, giydiğiniz pantolondaki işçi, plazadaki reklamcı, okuduğunuz yazının yazarı… Biz ki Lowell kadınlarıyla mücadele veren, Kurtuluş Savaşında kağnımızla, örgü tutan elimizle, meydanda tüfekle boy gösteren…

Biz ki “cumartesi anneleri”…

Biz kurtlarla koşanlar…

Biz anneniz, ablanız, kardeşiniz, koynuna girdiğiniz eşiniz, sevgiliniz…

Biz ki kadın; insanca ve kadınca yaşamak isteyen.

Tanıdınız mı?

Hürtürk Haber

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu